Dilsiz olanların dili olmak sorumluluğu ile başkasının adına konuşmanın utancı arasındaki gerilimli hatta çok durdum ve gerçekten birisini seçmeyi beceremedim, tutarsızlığım belki buradan geliyordu, utanarak konuşmaktan. Derdini bizim kirli kulaklarımıza bildiğimiz sözcüklerle ulaştırmayan herkes, dil sahipliğinin efendileri için dilsizdi .Bu dilsizlik, kendi hikayesini yazamayandan, çektiği acıyı anlatamayan hayvanlara kadar uzanıyordu, aslında hepsinin bir dili vardı, biz anlamadığımız her şeye yok demeyi icat ettikten sonra, suskunluğu ya da bir çığlığı anlamlandırmayı unuttuktan sonra ve bu dilleştirmeden iktidar biçimleri çıkardıktan sonra giderek kayboldular. Bizim sözcüklerimizle seslenseydi mezbahaya götürülürken bir dana, “yapmayın canım yanacak” deseydi, eminim daha farklı olurdu her şey, ya da bizi dava edemediği için, hakkımızda şikayette bulunamadığı için canını istediğimiz gibi yaktığımız hayvanların durumu daha farklı olurdu. Yine eziyet görürlerdi şüphesiz, kendi türüne bu kadar zalim davranan onlara ayrıcalık tanımazdı belki ama yine de bugün karşımıza çıkan kitleselleşmiş zulüm bir parça azalır, onlara nesne muamelesi yapan ya da kendisi için yaratılmış olduğuna inanan kitle en azından durmayı bilirdi karşılarında. “Bıçak, hayvanın kur’anıdır” diyen dinsel sesten, onların canının yanmadığını düşünenlerden ya da türler hiyerarşisinde en alta yerleştiren akıl yürütmelerden, varlıklarına ve yokluklarına kayıtsız olanlardan biraz da olsa kurtulabilirdik. Onların ağladıklarını, acı çektiklerini ve en azından bizim kadar bir varoluş hakkına sahip olduklarını belki o zaman düşünebilirdik. Şimdi onlar insanın eziyet nesneleri, ücretsiz işçileri ve köleleri, besin maddeleri olarak duruyorlar. Ve dünya bir kez de buradan yarılıyor. Dünya buradan yarılıyor ve biz haksızlıklarla savaşanlara karşı bile hayvan oluşun ortak duyuşunu anlatamıyoruz.
Onlar bu korkunç dünyanın hiçbir kötülüğünden sorumlu değiller, uyumu ve dengeyi bozmuyorlar, bozan biziz. Onlar çevrelendikleri doğaya zarar vermiyorlar, rant uğruna bütün kaynakları sınırsızca sömürmüyor, suları kirletmiyor, ağaçları kesmiyorlar. Onlar kendilikleri içinde yalın bir biçimde varoluşlarını sürdürüyorlar ve bizim yarattığımız cehennemin acısını niye çektiklerini bilmeden çekiyorlar. Ne bilip bilmediklerini bilmiyoruz bile, korkunç bir yangında yanarken, oradan kaçmaya çalışırken ne hissettiklerini bilmiyoruz. Ve bunu bilmediğimiz için onlar ölmüyor, "telef oluyor", onların kitlesel ölümü bir soykırım yasasına konu olmuyor, sessizce çekip gidiyorlar buradan, ağlayarak, sitem ederek gidiyorlar.
Kentler kuruyoruz onların yaşam alanlarına, sonra işgal ettiğimiz alanlarından onları kovuyoruz, hak sahibiyiz, yalvararak dolaşıyorlar etrafımızda, su verelim yemek verelim diye, bu kadar kötülük yapan bizlerle dost olmaya çalışıyorlar hayatta kalmak için. Kan davası gütmüyorlar, kardeşlerine yaptıkları eziyetlerin hesabını sormuyorlar, usulca yaklaşıyor ve kendi hakları olanı onlara bahşetmemizi bekliyorlar sessizce.
Kendi adıma hepinizden özür diliyorum çocuklar, bu rezil dünyada sizleri sığıntı haline getirenlere bir şey yapamadığım için, oturduğu binanın önceden sizlerin özgür yaşadığı bir alan olduğunu unutup sizi oradan kovanlara bir şey yapamadığım için, bu dünyayı sizin için yaşanır hale getiremediğim için hepinizden özür dilerim.
Sessizce gidiyordunuz, kederli gözlerle bakarak yüzümüze, çığlıklarınız dünyayı yıksın, sessizliğiniz dayanılır gibi değil. Bizi bağışlamayın.
Süreyya Karacabey