#Atatürk, bir ara hastalanmış, içkiyi bırakmış, dinlenmişti. Sonra yavaş yavaş içmeye başladı.
İşte içkiye yeni döndüğü günlerden birinde, Dolmabahçe Sarayı’ndaydı ve canı sıkılıyordu.
O gün sofrasına kimseyi çağırmamıştı. Yalnızdı. Bir başına denize karşı içmeyi denedi, sevmedi.
Kaçıp halkın arasına karışacaktı ama, yanında parası yoktu. Atatürk, Cumhurbaşkanlığı süresinde cebinde para bulundurmamıştı.
Hesaplarını Yaverler ya da genel sekreteri Hasan Rıza Soyak öderdi.
Başta Başyaveri Rusuhi Savaşçı’yı aradı, çıkmıştı.
Hasan Rıza Soyak Avrupa’daydı.
Yaver Celâl Üner’i buldu ve şöyle dedi:
– Bana buraya biraz bozuk para bırakın. Hizmet eden çocukları sevindirmek istiyorum.
Az sonra Yaver Celâl; bir liralık, 2,5 liralık, beş liralık ve on liralık bir sürü para bıraktı.
Yaver çıkınca Atatürk, paraları cebine doldurdu. Üstüne ince bir ceket aldı ve ağaçlı yola doğru açılan kapıya doğru yürüdü.
Kapının önünde nöbetçi polis vardı.
Dolaşıyormuş gibi yaparak caddeye çıktı. Sonra geçen bir taksiyi çevirmesiyle, atlaması ve gözden kaybolması bir oldu.
Sarayda alarm zilleri çalıyor, telefonlar işliyordu. Ama Atatürk de ortadan yok olmayı başarmıştı.
Araba Boğaza doğru gittiği için, ilgililer, Sarıyer’e doğru uzaklaşacağını hesapladılar, görevlileri de o tarafa gönderdiler.
Oysa Atatürk, otomobili Akaretlerden yukarıya çevirmiş, yaz tenhalığından yararlanıp Tepebaşı’nı tutmuştu.
Tepebaşı’nda Mazarik adlı bir kokteyl ve yemek salonu vardı.
Atatürk daha Harbiye Öğrencisi olduğu yıllarda buraya gelir, bir masada ya tek başına, ya da arkadaşlarıyla leblebi ile #rakı içerdi.
Bu akşam da bunu yapacaktı.
Taksiye parasını ödeyerek savdı. Şoföre kimseye buraya geldiğini söylememesini de sıkı sıkı tembihledi.
Mazarik’e girdiği zaman, ancak üç masada müşteri vardı ve öteki masalar tümüyle boştu.
Eskiden de geldiği zaman oturduğu barın dibindeki masaya yerleşti.
Garsona bir kadeh rakı ısmarladı, leblebi istedi.
Önündeki masada oturan bir kadınla erkeğin birbirlerine sokuluşlarına ve konyaklarını birbirlerinin gözlerine bakarak yudumlamalarına dalmış, eski günlerini parça parça zihninden geçiriyordu.
Derken, siyah elbiseli bir adam salona girdi.
Önce köşede bir masada bir süre oturduktan sonra, kapıya yakın masada oturanların yanına gitti, biraz konuştu.
Sonra birlikte salondan çıktılar.
Az sonra adam geri dönmüştü ama, beraber çıktıkları yanında yoktu. Bu kez bir başka masaya gidip oturdu.
O masadakiler de kalktılar ve çıktılar.
Atatürk dikkat kesilmişti.
Siyah elbiseli adam, yeniden salona geldi. Fakat Atatürk’ün önünde oturan masaya yaklaşmaya cesaret edememişti.
Bir kenarda gazete okumaya başladı.
Atatürk bu işi iyice merak etmişti.
Yüksek sesle adama seslendi:
– Çocuk !… Gel beri !…
Adam masadan ok gibi fırlamış, selâm durumuna geçmişti ve aralarında şöyle bir konuşma geçti:
– Buyrun, Atam !..
– Sen kimsin?
– Birinci Şubeden Polis falan filan !…
– Ne yapıyorsun?
– Rahatsız edilirsiniz diye, lüzumsuz müşterileri çıkarıyordum !…
– Lüzumsuz olduklarını sen nereden biliyorsun?
– Vali Beyden öyle emir aldım Atam !…
– Eee !… O da mı burada?
– Evet, kapının önünde Atam !…
– Tuh, Allah cezasını versin !..
Bu sırada Vali de içeriye girmişti. Atatürk’ün öfkelendiğini gördüğü için çok tedirgindi.
Bu sefer Atatürk ile Vali Bey arasında şöyle bir konuşma geçer:
– Bir emriniz var mı sayın Atatürk ?
– Siz benim yakamı bırakmaz mısınız, yahu ? Hadi benim peşimde koşturuyorsunuz, şurada kendi hallerinde içkilerini içen masadaki insanları niye tedirgin ettiniz?
– Emir buyursanız, bundan sonra gelenleri çevirmez, salonu yine doldururuz !…
Atatürk gerçekten çok kızmıştı şöyle dedi:
– Ne yapacağını ben biliyorum. Ne kadar polis varsa masalara dolduracak, sonra da beni atlatmış olacaksın değil mi ? Bırak efendim bırak !… Hadi git işine !…
Atatürk kalktı. Keyfi kaçmıştı.
Kapıya doğru yürüdü. Peşinden Vali Muhittin Üstündağ özürler dileyerek geliyordu.
Atatürk bir de baktı ki; kapının önü otomobiller, resmi, sivil polisler, saray muhafızları ile dolmuştu.
Döndü Vali Beye sordu:
– Müşterilerin bunlar mıydı?
Sonra otomobillerden birine atlayıp Dolmabahçe Sarayı’nın yolunu tuttu.
Tüm uğraşısı sıradan bir insan gibi halkın arasında olmak ve bir kadeh rakısını yudumlamaktı…
(İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Sofrası)